TELVE Ekim-Aralik 2013
Oooooo….
Tamı tamına 3 ay olmuş yazmayalı… E işe başlayalı da 3 ay…
Hayat normal düzenine girdi,
sonunda turist modundan çıktım… Ama bizim komedi devam ediyor.
Bi kere ilk hafta neredeyse ofisteki gençlerin hiçbirinin ne dediğini anlamadım, tek duydum “wuaa
wuuuaaa wuuğğaaa” diye bir ses… Ay insan bi kelime dahi çekip çıkarmaz mı aradan. Hani “it is” falan…
Yok anam…! Kulaklarımı beş açıyorum yine faydası yok…
Hele bi tanesi var Harry Potter kılıklı, 3 ay geçti yeni anladım ki çıkan “oorrgg” sesi “morning”miş . Ben
de diyorum kimse bi günaydın demiyo…
Alışıyorum yavaştan yavaştan…
Onlar da beni bu arada ya salak ya da kendini beğenmiş sanıyolar . Tabii buna benim de katkım
yadsınamaz…
Geçen gün tuvaletten dönüyorum, baktım bizim ofisin kapısının önünde bi Purolator
paketi…
Allah Allah! adam da bi kapıyı çalıp teslim etmemiş mi diye düşünüp aldım paketi elime, şirin
şirin girdim içeri; sekretere “Purolatoooorrr” diye seslenerekten…
Kadın patlattı kahkahayı tabii, meğerse
o gidecek paketmiş .
Ulen ne biliiim ben…
'Salak' demedi de kibar Kanadalım, yine de 'yardımcı olmaya
çalıştığın için teşekkürler' dedi. Ben bayrak kırmızı…
İşe başladığımın 3. Haftası Müşteri Memnuniyeti Kokteyli yapmasınlar mı?
100 küsur davetli…
Kim
kimdir? Ne konuşucam? Nasıl konuşucam?
Neyse bir hafta önce davetlilerin listesi geldi fotograflarıyla
birlikte, kim hangi şirkette herşeyi yazmışlar…
E ben naaptım? Tabii aldım listeyi elime, LinkedIn’ den girdim Facebook’ tan çıktım… Gel gör ki geceye
gittiğimizde, yüzleri hatırlıyorum, isimler ve detaylar nanay .
Neyse bikaç kişi aklımda iyice yer etmişti…
Bi kere OHL’in Vice President’ i geliyor, onunla hemen bi hockey muhabbeti kurarım diye planladım…
Planladığım gibi de oldu…
Ben şirkette ve ülkede yeni olduğumu söyleyince adam çok sevindi,
göçmenlerin tecrübeli oldukları konularda çalışabilmesini hakikaten canı gönülden destekliyor. Benimle
ilgili fasıl bitince ben sordum tabii…
“Eeee siz Ontario Hockey League’de ne yapıyosunuz inşaat mühendisi
olarak?” dedim… Hani oradan arena inşatlarına geçeriz falan derken kahkaha patladı…
Allah iyiliğini
versin… OHL Ontario Hockey League değilmiş, İspanyol inşaat şirketiymiş iyi mi . ahahahahaaa…
Yine bayrak kırmızı .
E canım o gün de 29 Ekim :))
Türkiye’den olduğumu söyleyince Avrupa’yı da bilen ve hatta birkaç sene Dubai’ de çalışmış bir kadın
yönetici Türkiye’ de inşaat piyasasında kadının yerini sordu. Allahtan inşaat sektörünü sordu… Ya
maazallah çocuk gelinleri soruverseydi, ya tecavüzleri, cinayetleri sorsaydı…
Şekerim ben sana ayak üstü
nasıl anlatiiimm…? “Aslına bakarsanız burada da pek farklı değil, kadın ve inşaatçıysan şöyle bi adım geri
çekilip de bakıyolar, aynı işte…” dedim. “Doğru” dedi…
“Türkiye’ de kadınlar özgür de mi?” dedi. “Evet”
dedim… Dubai’ de değillermiş ya… Hele Suudi Arabistan’ da araba bile kullanamıyolarmış… “Yaaa ne fena”
dedim…
“Biz çok şükür laik bir cumhuriyetiz ve tam da bugün 90. yılını kutluyoruz” dedim… Kadehlerimizi
Türkiye Cumhuriyetine ve kadınlarına kaldırdık .
Bu arada Türkiye demişken, inşaat demişken daha çok yeni bir projeden bahsetmek istiyorum ve herkesi
de bu projeyi incelemeye, duyurmaya ve yardım etmeye davet ediyorum.
Gezi gençleri var ya, hani şu herkesin ezberini bozan, hiçbirşeyle ilgilenmeyen bir gençlik var. Sağ
gösterip sol vuran… İşte onlar Van’ da barınaksız kalan depremzedeler için harekete geçmişler, Van’da
Mahalle Kuruyoruz!
Sokaklardan birinin adı Kanada olsun mu?
EED
Not: Projeyle ilgileneler lütfen bana elvan.eryoner@gmail.com’ dan e-mail yoluyla ulaşsınlar.
Guncel Not: (Aralik 8, 2015) Bu projeyle ilgili tek bir e-mail geldi :(( sonra da ben biraz yazmaya kustum sanirim. Bir sure sonra hem projeyi takip etmeyi hem de yazmayi biraktim... Yani Telve'ye yazmayi... Simdilerde cok israr ediyorlar yaz diye ama hala icimden gelmiyor... yani okuyan yoksa ne gerek var de mi?! Neyse du bakalim belli olmaz... belki barisirim yakinda :)))
kırmızı botlar
Kanadaya gelen İzmirlinin gerçek hikayesi...
8 Aralık 2015 Salı
YAZ YAZ YAAAZZ… BİR KENARA YAZ…
TELVE Agustos-Eylul 2013
Yaz, yazın gelmesini beklemekle geçti…
Kışın soğuk olması değil ama yazın bi türlü gelmemesi sarstı beni…
Nemli, gri, basık yaz havası mı olur yahu… Bekle bekle gelmedi gitti yaz… İçim şişti…
“Pencere önünde
Arkadaştan ayrı
Porselen saksıda
Bir süs çiçeği”*
Yaz gelicekti, güneşte ısınacaktık… Denize olmasa da göle dalıp çıkacaktık… Olmadı olmadı gitti…
Islak, yapış yapış, depresif yaz bitti çok şükür :))
Yazın en güzel zamanıysa kardeş zamanıydı:) Kardeş candır; kardeşin yavruları candan can… Özlem giderdik, yeni yeğen mis kokulu Defne’yle tanıştık… Hadi bakalım özlenecekler listesine birisi daha eklendi:) Telefon kadar sandığı teyzoşun normal insan boyutlarında olduğunu, öpüp koklayabildiğini görünce o da beni sevdi galiba… Ama bu aralar şaşkın şaşkın bakıyo; teyzoş yine o küçük kutunun içine girdi….
Derken sonbahar geldi… Ben pek bilmem sonbahar mevsimini, İzmir’de bir şekilde yazın devamıdır ve denizin en güzel zamanıdır…
Burada da sonbaharda şöyle bir huzur doldu içime… Ilık sonbahar güneşi, hafif bir esinti, nem yok…
Ooohh…
Buranın en güzel mevsimi sonbaharmış… Galiba doğru…
“Olamaz mı?
Olabilir…
Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında.”**
B. Ortaçgil dinlemeli bu aralar… Bir kadeh şarap eşliğinde biraz eskileri anmalı… Sonbahar ya az romantik olmalı….mı?
“Olmamalı mı?
Yoksa hiç değişmemeli mi?
Ama ben değişmezsem ben olamam ki” :)***
Neyse bu kadar duygu yeter; biraz da iş yapalım… Artık çalışmak zamanıdır…
Başvurular, mülakatlar (bu kelimeyi İngilizce mi yazsaydım acaba :)… olmadı baştan… Resume ve cover letter… So What?ı bulmaya çalışmalar… Sonunda anlayıp danışmana daha önce böyle bir letter görmedim, yorum yapamayacağım dedirtmeler:))
Ve nihayet biraz bu işi anlamanın daha çok da şansın yardımıyla…
nınınıııı… Mutlu son…
Friends dizisinden Office dizisine transfer oldum…
Yeni bölümlerde görüşmek üzere :)
EED
B.Ortaçgil Şarkıları:
*Pencere Önü Çiçeği
**Eylül Akşamı
***Olmalı mı, Olmamalı mı?
Yaz, yazın gelmesini beklemekle geçti…
Kışın soğuk olması değil ama yazın bi türlü gelmemesi sarstı beni…
Nemli, gri, basık yaz havası mı olur yahu… Bekle bekle gelmedi gitti yaz… İçim şişti…
“Pencere önünde
Arkadaştan ayrı
Porselen saksıda
Bir süs çiçeği”*
Yaz gelicekti, güneşte ısınacaktık… Denize olmasa da göle dalıp çıkacaktık… Olmadı olmadı gitti…
Islak, yapış yapış, depresif yaz bitti çok şükür :))
Yazın en güzel zamanıysa kardeş zamanıydı:) Kardeş candır; kardeşin yavruları candan can… Özlem giderdik, yeni yeğen mis kokulu Defne’yle tanıştık… Hadi bakalım özlenecekler listesine birisi daha eklendi:) Telefon kadar sandığı teyzoşun normal insan boyutlarında olduğunu, öpüp koklayabildiğini görünce o da beni sevdi galiba… Ama bu aralar şaşkın şaşkın bakıyo; teyzoş yine o küçük kutunun içine girdi….
Derken sonbahar geldi… Ben pek bilmem sonbahar mevsimini, İzmir’de bir şekilde yazın devamıdır ve denizin en güzel zamanıdır…
Burada da sonbaharda şöyle bir huzur doldu içime… Ilık sonbahar güneşi, hafif bir esinti, nem yok…
Ooohh…
Buranın en güzel mevsimi sonbaharmış… Galiba doğru…
“Olamaz mı?
Olabilir…
Onca yıl sen burada
Onca yıl ben burada
Yollarımız hiç kesişmemiş
Şu eylül akşamı dışında.”**
B. Ortaçgil dinlemeli bu aralar… Bir kadeh şarap eşliğinde biraz eskileri anmalı… Sonbahar ya az romantik olmalı….mı?
“Olmamalı mı?
Yoksa hiç değişmemeli mi?
Ama ben değişmezsem ben olamam ki” :)***
Neyse bu kadar duygu yeter; biraz da iş yapalım… Artık çalışmak zamanıdır…
Başvurular, mülakatlar (bu kelimeyi İngilizce mi yazsaydım acaba :)… olmadı baştan… Resume ve cover letter… So What?ı bulmaya çalışmalar… Sonunda anlayıp danışmana daha önce böyle bir letter görmedim, yorum yapamayacağım dedirtmeler:))
Ve nihayet biraz bu işi anlamanın daha çok da şansın yardımıyla…
nınınıııı… Mutlu son…
Friends dizisinden Office dizisine transfer oldum…
Yeni bölümlerde görüşmek üzere :)
EED
B.Ortaçgil Şarkıları:
*Pencere Önü Çiçeği
**Eylül Akşamı
***Olmalı mı, Olmamalı mı?
AKLIM KARIŞIK, KALBİM KIRIK…
TELVE Haz-Tem 2013
Ben düzenlemeye çalıştıkça daha çok karışıyor herşey…
Geldiğimden beri o kurs senin bu kurs benim deli dana gibi dolanıyorum…
İngilizce öğrenme işi iyi gidiyor ama bu sefer Fransızca’yı unutmaya başladığımı fark edip, Fransızca kursuna sardım :)) Engineering Connection’dan Project Management’a sıçradım…
O da bitti…
Şimdi sıra sınavlarda… PMP sınavına girilecek, tam da bu esnada PEO mülakata davet etti… Anlayacağınız bu işler çorap söküğü misali gidiyor, arada hızlı sökülüyor, arada düğüme denk geliyorum biraz duraklıyor… Sökülen ipleri düzenli sarmak gerek, bazen onları da kaçırıveriyorum elimden…
E bi taraftan bu işler, bi taraftan memleket halleri… Bedenimiz burada… Kalbimiz memlekette… Aklımızın yarısı orda yarısı burda… Ne zor işmiş kardeşim göçmen olmak…
Rahmetli dedemi anıyorum arada… O da 40’larında mecburen göç etmiş anayurda… Keşke bileydim bir gün göçmen olacağımı da daha çok dinleseydim hatıralarını; öğrenseydim göçmenliğin duygularını… Belki boğazımda bir düğümle dolaşmak zorunda kalmazdım o zaman…
Amaaann… Biraz kafa dağıtalım… Yeter bu dile taktığım, ne zamandır Türkçe kitap okuduğum yok…
Eehhh yeter… İsyankârım bu aralar çok… Türkçe okuycam… Geçen seneden beri başucumda bekleyen Ece Temelkuran’ın kitabı var… Ruh halime de uygun: “Biz burada devrim yapıyoruz Sinyorita!”
ROM’da Mezopotamya sergisi var gidelim miiiii?
Üç hatun buluşuyoruz… Üçümüz de ayrı hikâyeleriz…
Belki bir gün de hayatımdaki kadınları yazmalıyım :)) Önce renklerine göre ayırmam lazım… Neyse birimiz sarı, birimiz oranj, ben adım gereği rengârenk fakat o gün için ve Mezopotamya anısına yeşilim…
ROM gişelerine neşe katarak biletlerimizi alıyoruz ve saçları peruk gibi gözüküp de gerçek olan görevliye gösterdikten sonra giriyoruz müzeye…
Benim ilk ROM deneyimim… Kocaman dinazor iskeletine bakakalıyorum… Kafası ne kadar da küçükmüş derken bakıyorum bizimkiler cafe’yi arıyorlar…
Açıııızz…
Üst kat alt kat derken sonunda buluyoruz yolu… Merdivenin başında yazıyor: cafe’ye 27 basamak :)) Sayıyoruz inerken… Tam da 27 basamak vallahiii…
Yemekleri al, sohbete dal derken vakit geçiyor…
E hadi kızlar Mezopotamia bizi bekler… Bir süre de Mezopotamia bölümünü aramakla vakit harcıyoruz, çünkü gördüğümüz her şey ilgimizi çekiyor, çekmekle kalmayıp bi de dağıtıyor… Allahtan arada birimizin aklı başına geliyor da diğerlerini çekiştiriyor… Sonunda Mezopotamya’dayız…
Sergi Sümer’lilerle başlıyor, Asur’lularla devam ediyor ve Babil ile bitiyor.
Tabii ki fotoğraf çekmek yasak ama ben dedim isyankârım bu aralar diye ya… Dayanamayıp flaşsız 1-2 poz çekiyorum… Çok isteyip de çekemediklerim de var…
Sümer bölümünde unutamadığım parça “Standing Statue of Gueda” mesela.
Nedense o kadar parçanın içinde aklımda o kalmış işte… Bi de yazıyı buldukları için müteşekkiriz kendilerine…
Sonra Asur’lulara geçiyoruz… İngilizce’si aklımı karıştırıyor… Assyria… Assyrian da Süryani demek de mi? Olabilir mi? Neden olmasın? Belki de zaten öyle…
Neyse orada da ilk karşıma çıkan Ashurnadirpal II’nin röliyefi ve kutsal ağaç… Bir tek ağaç… Hayat ağacı… Ağaç hep kutsal oldu bizim için… Kökleri köklerimizi, geçmişimizi hatırlattı; dalları, filizleri geleceğimizi…
Ve işte Gılgamış Destanı’ndan bir bölüm… Acaba bu Nuh Tufanı’nın anlatıldığı bölüm mü? Hani 3 kutsal kitapla aynı olan… Belki de…
İlmiye Çığ’la gezebilseydik keşke bu sergiyi diye aklımdan geçmiyor değil hani :)
Üçümüz de ayrı noktalara takılıp kalmışız bakıyorum da… Ben gizlice bir fotoğraf çekiveriyorum… Vallahi pardon ama bunu yapmak zorundaydım… Biz scuba yapıcaz diye bi sürü uğraşalım; abiler tulumla halletmişler işi :)))
Babil’in girişinde Hammurabi Kanunları var… Bunu da çekmem lazıııııımmmm… Ahh… Tarih hocam… Ahh Ayten Hocam… Senin de kulakların çınlasın çılgın kadın :))
Babil’in asma bahçeleri… Biz günümüzde yeşil bina yapıcaz, LEED sertifikası alıcaz diye uğraşıp duralım, sanki çok yeni bişey keşfediyomuş gibi yeşil çatı yapalım…
Ooohoooo…
Sergiden daha ilginç olan ne biliyor musunuz? Serginin tanıtımı…
“Bugünkü dünyamızı şekillendiren Mezopotamya”… Buluşlar; Şehircilik… Medeniyetin beşiği…
İşte tam da benim kafama takılan soru: Gençlerimizin belleğinde hiç mi izi kalmamış bütün bunların da bugün medeniyetten bu kadar uzağız?
Benim aklım karışık, kalbim kırık…
EED
Ben düzenlemeye çalıştıkça daha çok karışıyor herşey…
Geldiğimden beri o kurs senin bu kurs benim deli dana gibi dolanıyorum…
İngilizce öğrenme işi iyi gidiyor ama bu sefer Fransızca’yı unutmaya başladığımı fark edip, Fransızca kursuna sardım :)) Engineering Connection’dan Project Management’a sıçradım…
O da bitti…
Şimdi sıra sınavlarda… PMP sınavına girilecek, tam da bu esnada PEO mülakata davet etti… Anlayacağınız bu işler çorap söküğü misali gidiyor, arada hızlı sökülüyor, arada düğüme denk geliyorum biraz duraklıyor… Sökülen ipleri düzenli sarmak gerek, bazen onları da kaçırıveriyorum elimden…
E bi taraftan bu işler, bi taraftan memleket halleri… Bedenimiz burada… Kalbimiz memlekette… Aklımızın yarısı orda yarısı burda… Ne zor işmiş kardeşim göçmen olmak…
Rahmetli dedemi anıyorum arada… O da 40’larında mecburen göç etmiş anayurda… Keşke bileydim bir gün göçmen olacağımı da daha çok dinleseydim hatıralarını; öğrenseydim göçmenliğin duygularını… Belki boğazımda bir düğümle dolaşmak zorunda kalmazdım o zaman…
Amaaann… Biraz kafa dağıtalım… Yeter bu dile taktığım, ne zamandır Türkçe kitap okuduğum yok…
Eehhh yeter… İsyankârım bu aralar çok… Türkçe okuycam… Geçen seneden beri başucumda bekleyen Ece Temelkuran’ın kitabı var… Ruh halime de uygun: “Biz burada devrim yapıyoruz Sinyorita!”
ROM’da Mezopotamya sergisi var gidelim miiiii?
Üç hatun buluşuyoruz… Üçümüz de ayrı hikâyeleriz…
Belki bir gün de hayatımdaki kadınları yazmalıyım :)) Önce renklerine göre ayırmam lazım… Neyse birimiz sarı, birimiz oranj, ben adım gereği rengârenk fakat o gün için ve Mezopotamya anısına yeşilim…
ROM gişelerine neşe katarak biletlerimizi alıyoruz ve saçları peruk gibi gözüküp de gerçek olan görevliye gösterdikten sonra giriyoruz müzeye…
Benim ilk ROM deneyimim… Kocaman dinazor iskeletine bakakalıyorum… Kafası ne kadar da küçükmüş derken bakıyorum bizimkiler cafe’yi arıyorlar…
Açıııızz…
Üst kat alt kat derken sonunda buluyoruz yolu… Merdivenin başında yazıyor: cafe’ye 27 basamak :)) Sayıyoruz inerken… Tam da 27 basamak vallahiii…
Yemekleri al, sohbete dal derken vakit geçiyor…
E hadi kızlar Mezopotamia bizi bekler… Bir süre de Mezopotamia bölümünü aramakla vakit harcıyoruz, çünkü gördüğümüz her şey ilgimizi çekiyor, çekmekle kalmayıp bi de dağıtıyor… Allahtan arada birimizin aklı başına geliyor da diğerlerini çekiştiriyor… Sonunda Mezopotamya’dayız…
Sergi Sümer’lilerle başlıyor, Asur’lularla devam ediyor ve Babil ile bitiyor.
Tabii ki fotoğraf çekmek yasak ama ben dedim isyankârım bu aralar diye ya… Dayanamayıp flaşsız 1-2 poz çekiyorum… Çok isteyip de çekemediklerim de var…
Sümer bölümünde unutamadığım parça “Standing Statue of Gueda” mesela.
Nedense o kadar parçanın içinde aklımda o kalmış işte… Bi de yazıyı buldukları için müteşekkiriz kendilerine…
Sonra Asur’lulara geçiyoruz… İngilizce’si aklımı karıştırıyor… Assyria… Assyrian da Süryani demek de mi? Olabilir mi? Neden olmasın? Belki de zaten öyle…
Neyse orada da ilk karşıma çıkan Ashurnadirpal II’nin röliyefi ve kutsal ağaç… Bir tek ağaç… Hayat ağacı… Ağaç hep kutsal oldu bizim için… Kökleri köklerimizi, geçmişimizi hatırlattı; dalları, filizleri geleceğimizi…
Ve işte Gılgamış Destanı’ndan bir bölüm… Acaba bu Nuh Tufanı’nın anlatıldığı bölüm mü? Hani 3 kutsal kitapla aynı olan… Belki de…
İlmiye Çığ’la gezebilseydik keşke bu sergiyi diye aklımdan geçmiyor değil hani :)
Üçümüz de ayrı noktalara takılıp kalmışız bakıyorum da… Ben gizlice bir fotoğraf çekiveriyorum… Vallahi pardon ama bunu yapmak zorundaydım… Biz scuba yapıcaz diye bi sürü uğraşalım; abiler tulumla halletmişler işi :)))
Babil’in girişinde Hammurabi Kanunları var… Bunu da çekmem lazıııııımmmm… Ahh… Tarih hocam… Ahh Ayten Hocam… Senin de kulakların çınlasın çılgın kadın :))
Babil’in asma bahçeleri… Biz günümüzde yeşil bina yapıcaz, LEED sertifikası alıcaz diye uğraşıp duralım, sanki çok yeni bişey keşfediyomuş gibi yeşil çatı yapalım…
Ooohoooo…
Sergiden daha ilginç olan ne biliyor musunuz? Serginin tanıtımı…
“Bugünkü dünyamızı şekillendiren Mezopotamya”… Buluşlar; Şehircilik… Medeniyetin beşiği…
İşte tam da benim kafama takılan soru: Gençlerimizin belleğinde hiç mi izi kalmamış bütün bunların da bugün medeniyetten bu kadar uzağız?
Benim aklım karışık, kalbim kırık…
EED
Bin 1 ada masalları…
TELVE Mayis 2013
Kanada’ya ilk gelişim bir haftalık bir tatil içindi… Az Toronto üstü Montreal, Quebec City gezmiştim… Taaa o günden beri Erdem’in başının etini yiyip duruyordum “1000 Islands” diye…
Sonunda Rabbim sesimi duydu da Türk Milli Voleybol Takımı’nı hazırlık maçı için Kingston’a gönderdi :))))
E milli takım gelmiş, hazır takvimler de 19 Mayıs’ı gösterirken biz de Gençlik ve Spor Bayramı’mızı adına yaraşır bir aktiviteyle kutlayalım; de mi ama :) Oraya kadar gitmişken Gananoque’a da gidiveririz canıııımm :)
1000 Islands’ı gezdik…
2,5 saatte binini birden gezmedik tabii, hoş 1000 tane var mıdır? Orası da muallak :)
İrili ufaklı, ben diyeyim kaya parçası, siz deyin kara parçasının üzerine duruma göre kimi şato kondurmuş kimi gecekondu… Manzarayı görünce aaayyy... şuna baakk ne romantiiiikk…. Ayyy ne şiriiinn… oooo… ne hikaye, masal gibiii… diye nidalar atıyosunuz daaa iş oralarda yaşamaya gelse siz ne dersiniz bilmem ama ben almıyiim…!
Zaten bu Kuzey Amerika ellerinde insana hasret kalmışım… Sokaklarda bir hayat belirtisi görünce çığlık atıyorum… Bi de öyle ıssız ada…
İstemeeeem…
Fakat bunun yanında Kingston ve Gananoque’a hayran kaldım…
Bi kere dükkanlar açık mı, kapalı mı merak etmiyosunuz… Sokaklarda insanlar yürüyo… Yani sadece spor olsun diye koşanların dışında sallana sallana yürüyen, dondurmasını yiyen, parkta banka oturmuş sohbet eden insanlar var sokaklarda… Kimi cafelerin, restoranların bahçelerinde, kimi evinin önüne masayı, mangalı atmış keyifte…
Hayat var özetle…
Ohh be kardeşim…! Napiiim ben masal kahramanlarını, bana insan lazım… Konuşsun, gülsün, ağlasın, kahkaha atsın… Etrafımızda hayat olsun, hareket olsun… Sevdiceğinizin elleri ellerinizden, eşin dostun sesi kulaklarınızdan eksik olmasın…
Kingston’a gittik nerde ne yiycez derseniz, o işlere ben değil Varol bakıyo gerçi ama yine de bir iki ufak ipucu verebilirim… Biz İrish Pub olduğuna kapılıp Tir Nan Og’a oturduk; fakat aklımız Fish&Chips’ci The Pilot House’da; Jack Astor’s’ın muhteşem terası ve Lone Star’ın göle sıfır bahçesinde kaldı…
Bi de ev yapımı dondurma yiyemedik… Bi daha gidicez mecbur… :)))
Gananoque’da da Varol’un sözünü dinleyerek Gananoque Inn’de clam chowder içip, Montreal smoked meat sandviç yedik…
Ne de iyi ettik…
Fakat kahve için başka bir önerim var: Socialist Pig Coffeehouse… Bu da benden ufak bir kopya size :)
Bi kere herşeyden önce bina taş… Öyle 3 ahşap 2 alçıpandan değil film seti gibi… Daha önce söylemiş miydim, kendimi filmde gibi hissediyorum diye… Ben herkes İngilizce konuşuyo diye sanıyodum şimdi farkediyorum, binalardan dolayı da olabilir :))))
Taş bina görünce heyecanlanıveriyorum işte… Dekorasyonu, tabağı çanağı ve menüsü pek bi stil sahibi… İlla ki bi kahve için derim…
E şimdi biz 1000 Islands’ı gezdik deeee, bi de bunun 10 bin’i varmış :))) hemen hedefler arasına kattım :)
Aaa… Maç mı nooldu?
50 kişi civarındaki Türk taraftarının çılgın tezahüratına dayanamayan millilerimiz, muhteşem bir maç izlettiler bize…
3-2 Türkiye kazandı maçı…
19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’mızı hakkıyla kutladık… Son derece zevkli ve bir o kadar da heyecanlı bir maç oldu…
E zaten Kanada Milli Takımı da bize yabancı değil… Hocaları Glenn Hoag İzmir’de Arkas’ın antrenörü; oyunculardan da 3’ü Arkas’taydı son iki sezondur. Bu sene de Schmitt gidiyor…
İki milli takıma da katılacakları Avrupa ve Dünya Şampiyonalarında başarılar dilerkeeeen 7-8 ve 14- 15 Haziran’da Mississauga Hershey Center’da oynanacak olan Dünya Ligi maçlarına biz biletlerimizi aldık, sonra demedi demeyin…
EED
Kanada’ya ilk gelişim bir haftalık bir tatil içindi… Az Toronto üstü Montreal, Quebec City gezmiştim… Taaa o günden beri Erdem’in başının etini yiyip duruyordum “1000 Islands” diye…
Sonunda Rabbim sesimi duydu da Türk Milli Voleybol Takımı’nı hazırlık maçı için Kingston’a gönderdi :))))
E milli takım gelmiş, hazır takvimler de 19 Mayıs’ı gösterirken biz de Gençlik ve Spor Bayramı’mızı adına yaraşır bir aktiviteyle kutlayalım; de mi ama :) Oraya kadar gitmişken Gananoque’a da gidiveririz canıııımm :)
1000 Islands’ı gezdik…
2,5 saatte binini birden gezmedik tabii, hoş 1000 tane var mıdır? Orası da muallak :)
İrili ufaklı, ben diyeyim kaya parçası, siz deyin kara parçasının üzerine duruma göre kimi şato kondurmuş kimi gecekondu… Manzarayı görünce aaayyy... şuna baakk ne romantiiiikk…. Ayyy ne şiriiinn… oooo… ne hikaye, masal gibiii… diye nidalar atıyosunuz daaa iş oralarda yaşamaya gelse siz ne dersiniz bilmem ama ben almıyiim…!
Zaten bu Kuzey Amerika ellerinde insana hasret kalmışım… Sokaklarda bir hayat belirtisi görünce çığlık atıyorum… Bi de öyle ıssız ada…
İstemeeeem…
Fakat bunun yanında Kingston ve Gananoque’a hayran kaldım…
Bi kere dükkanlar açık mı, kapalı mı merak etmiyosunuz… Sokaklarda insanlar yürüyo… Yani sadece spor olsun diye koşanların dışında sallana sallana yürüyen, dondurmasını yiyen, parkta banka oturmuş sohbet eden insanlar var sokaklarda… Kimi cafelerin, restoranların bahçelerinde, kimi evinin önüne masayı, mangalı atmış keyifte…
Hayat var özetle…
Ohh be kardeşim…! Napiiim ben masal kahramanlarını, bana insan lazım… Konuşsun, gülsün, ağlasın, kahkaha atsın… Etrafımızda hayat olsun, hareket olsun… Sevdiceğinizin elleri ellerinizden, eşin dostun sesi kulaklarınızdan eksik olmasın…
Kingston’a gittik nerde ne yiycez derseniz, o işlere ben değil Varol bakıyo gerçi ama yine de bir iki ufak ipucu verebilirim… Biz İrish Pub olduğuna kapılıp Tir Nan Og’a oturduk; fakat aklımız Fish&Chips’ci The Pilot House’da; Jack Astor’s’ın muhteşem terası ve Lone Star’ın göle sıfır bahçesinde kaldı…
Bi de ev yapımı dondurma yiyemedik… Bi daha gidicez mecbur… :)))
Gananoque’da da Varol’un sözünü dinleyerek Gananoque Inn’de clam chowder içip, Montreal smoked meat sandviç yedik…
Ne de iyi ettik…
Fakat kahve için başka bir önerim var: Socialist Pig Coffeehouse… Bu da benden ufak bir kopya size :)
Bi kere herşeyden önce bina taş… Öyle 3 ahşap 2 alçıpandan değil film seti gibi… Daha önce söylemiş miydim, kendimi filmde gibi hissediyorum diye… Ben herkes İngilizce konuşuyo diye sanıyodum şimdi farkediyorum, binalardan dolayı da olabilir :))))
Taş bina görünce heyecanlanıveriyorum işte… Dekorasyonu, tabağı çanağı ve menüsü pek bi stil sahibi… İlla ki bi kahve için derim…
E şimdi biz 1000 Islands’ı gezdik deeee, bi de bunun 10 bin’i varmış :))) hemen hedefler arasına kattım :)
Aaa… Maç mı nooldu?
50 kişi civarındaki Türk taraftarının çılgın tezahüratına dayanamayan millilerimiz, muhteşem bir maç izlettiler bize…
3-2 Türkiye kazandı maçı…
19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’mızı hakkıyla kutladık… Son derece zevkli ve bir o kadar da heyecanlı bir maç oldu…
E zaten Kanada Milli Takımı da bize yabancı değil… Hocaları Glenn Hoag İzmir’de Arkas’ın antrenörü; oyunculardan da 3’ü Arkas’taydı son iki sezondur. Bu sene de Schmitt gidiyor…
İki milli takıma da katılacakları Avrupa ve Dünya Şampiyonalarında başarılar dilerkeeeen 7-8 ve 14- 15 Haziran’da Mississauga Hershey Center’da oynanacak olan Dünya Ligi maçlarına biz biletlerimizi aldık, sonra demedi demeyin…
EED
24 Ocak 2015 Cumartesi
Luca?!
Sick Kids Hospital
Telve April 2013
Neyse Evnur örtmenim imdat
bakışlarımı çözüp yanıma koşuyor da ellerinden kurtuluyorum… Fakat kız o kadar
becerikli ve anne o kadar meraklı ki, bi de bakıyorum olay gelmiş en başa
dayanmış, tezgah nasıl kurulur o anlatılıyor… J))
Telve April 2013
Merak ediyosunuz de mi? Luca orda
mıydı acaba diye…
Yoktu…
Soramadım…
Başka çocuklar vardı, bu sefer…
Ben geçen seneye göre daha
rahattım… Ama fazla güven de insanın başına dert açıyor işte… En azılı müşteri
bana düşmesin mi J))
bir ana-kız…
Sanırsınız ertesi gün kızın çeyzine
kilim dokumaya başlayacaklar… Allahım o ne meraktır…
İyi de ben gariban bi gönüllüyüm…
23 Nisan’ daaaaaan 23 Nisan’ a bi alttan bi üstten kilim dokur gibi yapıyorum
sadece…
Kadın bi taraftan, kızı diğer taraftan
sordukça elim dilime dolanmış ben çat pat cevaplamaya çalışırken bir de üstüne yanlış
başlamışım… Farkettim farketmesine de rezil olduk bi kere… Neyse şimdilerde
işim kolay “sorry, I am new” deyip kıvırıveriyorum J)) Şimdi de renk değişecek,
ipin kalınlığı diğerinden farklı, problem olmaz mı diyor anne J))
Yaaa şekerim… Yünlerle kilim dokuyoruz, abartma istersen…

Dedim size çeyzine kilim dokuyacak
bu kız J))
çok tatlı… “El işlerinde iyiyimdir” diyor bi de şeker şeker… Meğer gerçekten
şekermiş… Başka bir anne soruyor nesi var diye, diabetik olduğunu o ara
duyuyorum… Zira biliyosunuz bize yasak öyle sorular sormak… Ama bu sene
fotoğrafa izin var…
Geçen seneki gibi etkinliğe
katılmak isteyen fakat odasından çıkamayan bir çocuğun yanına bu sene Sevda
koşuyor… Fakat yavrucak kendisini çok yorgun hissettiği için geri dönmek
zorunda kalıyor…
Bir çocuk daha var tanışamadığımız…
Ameliyata almasalardı gelecekti… Fakat o kadar merak etmiş ki nasıl dokunduğunu
yazılı bırakmamızı istemiş kuzum benim…
Şebnem minicik bir kızla birlikte…
Hata yapıveriyor ufaklık… Ne var ki?! Ama öyle değil işte… Üzüm üzüm üzülüyor
ve odasında devam etmeye karar veriyor…
Bir cılız bir de tosun 2 oğlumuz
var… İkisi de pek hevesliler… Bu sene gelen çocukların, miniş kızımız hariç, hepsi
etkinliğin sonuna kadar kaldılar… Hatta desen yapmak istediler…
İş büyüdü anlayacağınız…
Esra bir ara oradaki görevli bir
hanıma da anlattı yanılmıyorsam, çocuklar takılırsa yardımcı olsun diye… Müge
ve Aylin ise hobi olarak devam etme niyetindeler J))
Annelere de tezgahlara desen çizmeyi
ve renk değiştirmeyi tarif ediyoruz; belki çocuklar baş harflerini falan
yaparlar… Ama tosunun baş harfle yetineceği yok… “Bi dakka, gidip desen
getireceğim” diye gitti… Bi de geldi ki J)) deseni görünce Evnurum örtmenim şöyle bi yutkundu.
Şimdi olmaz dese üzülecek bu yavrucak… E ama kilimin üstüne de “Ra’nın gözü”nü
nasıl dokuyacaksın J))
En sonunda düz dokuma yapıp, üzerine birlikte çizmeye karar verdiler… Bizim 23 Nisan
kilim dokuma işi bir günle sınırlı kalmayacak, arada gidip yarım işleri tamamlayacağız…
Çocuklarla birlikte anneler de çok
ilgilendiler… Çocuklar annelerinden hızlı öğrendi, hatta bizi de solladılar J))
Şen şakrak bir gün geçirdik… Yine bir tek anne vardı, çocuğu yatakta kendisi
oyalanacak birşeyler arıyor… Tezgahı ona bırakacağımızı duyunca çok sevindi…
Sabah Special Olympics, öğleden
sonra Sick Kids… İkisini birden kaldıramam diye düşünüyordum…
Ama öyle olmadı ya…
Bu sefer ne anladım biliyo musunuz?
Bu etkinlikler onları mutlu ettiği
kadar aslında belki de daha çok bizi mutlu ediyor… Kendini şöyle bi hafiflemiş,
rahatlamış hissediyor insan… Sanki gereksiz yüklerden kurtulmuş gibi… Daha bir
içten gülümsüyor; daha bir huzur buluyor…
Varol’un bu fotoğrafın altına
yazdığı gibi : “Keep smiling and let them smile”
EED
Special Olympics
ENGEL SİZ MİSİNİZ?
Geçenlerde Ersoy’ la sohbet ettiğimden beri kafamın içinde dönüp duruyor. Engel dediğimiz nedir; engelli dediğimiz kimdir? Biz kendimizi sağlam zannederken aslında hangi konularda engelli değil ama özürlüyüz acaba?
Ben sualtında ne var görmek için
dalıyorum, fotoğraf çekiyorum, yazı yazıyorum… Görmesem bunları yapamam, ayrıca
da ne manası var di mi?
Ersoy’a ne demeli… “Kızıldeniz’ de
daldım, çok başkaydı” dediğinde ağzım açık kaldı…
Nasıl yani???
Sene 2001, bir proje kapsamında engelli
7 sporcu Kızıldeniz’ de 18mt’ ye inmişler. Heyecanlı heyecanlı anlatıyor… Kaş’ ta
aldıkları eğitimi, Kzıldeniz’e gitmelerini… “Kızıldeniz çok farklıydı” diyor yine!
Farkı nasıl farkettin?! Gözlerimi kapatıp Çeşme’ yle Kaş’ la Kızıldeniz’ i
kıyaslıyorum; suyun sıcaklık farkından başka bişey söyleyemem!!
Vay anasına… O kadar dal çık ve hiç
bişey anlamamış olduğunu bir gecede farket… Acı de mi?
His özürlü olmak diye bişiii var
mıdır? Varmış… Hele yanında akıl tutulması da oldu mu sosyolog bile olsan saçmalarsın…
21 Nisan’ dan kalma yorgun argın ve
güneş yanıklarıyla yine bir sürü gönüllü George Brown’un ana girişinde toplanmıştı…
Herkes sağa sola koştururken, Özlem’ le bana “aşağıda kalın gelenleri yönlendirin”
görevi verildi…
Güvenlik görevlileri tekerlekli
sandalyeyle gelenleri nereden geçireceğimiz, hangi asansörleri kullanacağımızı
anlattılar… Biz bütün yolu görmek için 6.kata kadar keşif turu yaptık ve
hazırlıklar tamamlandı…
Sıra geldi 10 okuldan gelecek 100
civarındaki öğrenciyi karşılamaya ve spor salonuna kadar onlara eşlik etmeye…
Daha çok bizim küçük gönüllüler istekli bu işe… Hiç çekinmiyorlar aksine bugün
sanki daha bir atılganlar… Hatta bir tanesinin tabelasını taşıdığı okul gelmedi
ve bir okula eşlik edemedi diye nasıl üzüldü tontonum…
Futbol kalesinin yanındayım… Kaleye
bazen öğrencilerden bazen gönüllülerden geçen oluyor… Bizimkiler gol olsun diye
kenara çekilince bozuluyorlar, kayırılmak istemiyorlar… Ama kurtaracak gibi
yapıp da gol yersen nasıl neşeleniyorlar J Tekerlekli sandalyede bir kızla göz göze geldik… O
gözlerde bişey vardı… Sanki onun bilip de benim bilmediğim… Söylemek isteyip de
söylemediği… Anlamamı beklediği bişey…
Topa ilk vurduğunda azıcık
yuvarlanıverdi top… Hemen bana baktı yine… Ben ise onun topa o kadarcık
vurmasına bile çok sevinmiş el çırpıp zıplıyordum… Sonra her seferinde önce
bakıştık, sonra beraber sevindik… Her seferinde biraz daha ileri gitti top…
Bu arada en çok şamata bowlingden
geliyordu… Zaten etkinlik sonunda öğrencilerden en büyük alkışı da bizim
küçümenlerin görevli olduğu bowling köşesi aldı J
Yanılmıyorsam 110 öğrenci gelmişti…
Keşke size hepsini tek tek tarif etme şansım olsaydı… Kimisi çok meraklıydı,
sürekli soru sordu… Kimisi çok utangaçtı oyunlarda bile başlığını çıkarmadı
yüzünü göstermek istemedi… Kimisine heyecan fazla geldi minik ataklar yaşadı…
Çoğunluğu ile enerji alışverişi muhteşemdi… Ve etkinliğin sonunda hepsi “cha
cha slide” ile dans ettiler J
Orada olmalıydınız… Çocukların
sevincini, enerjisini; öğretmen ve yakınlarının desteklerini ve mutluluklarını
görmeliydiniz…
“İnsan” olmanın verdiği hazdı günün
sonunda bizim de elimizde kalan…
Daha ne olsun…
EED
Dearest creature in creation…
Köşe yazısı deyince giriş gelişme sonuç bekliyorsunuz da bu sefer ben
kafama takılan birkaç soruyla başlamak istiyorum.
Burada hayat yavaş de mi? Esas soru bu değil! Her şey ağır ağır
işliyor… Trafik yavaş, insanlar yavaş,
işlemler yavaş…
Relax! Aceleye gerek yok… Sıraya gir, bekle…
İyi de be kardeşim madem neden arkadan atlı koşturuyor gibi konuşuyolar?
“Zit” ne bilen var mı? Geçenlerde öğrendim ki “is it”miş meğerse J)) “fitz” de “if it is”miş…
Hey allahım…
Bir de neden ”t” harfi var ki? “T”yi
“d” olarak söyledikten sonra “t”ye ne gerek var?
Bazı kelimeler var, eş sesli desen değil, eş anlamlı desen değil…
Bana öyle bi kelime bulun ki yazılışı birebir aynı olsun ama farklı okunsun
ve anlamı da birbirinden farklı olsun…
Ne gerek var de mi? Yok işte abiler yapmış… “Tear”
Ben taktım bu İngilizceye ya… Şimdi size bi şiir ekliyorum, bir de link… Bu
link yardımıyla bütün şiirin doğru telaffuzunu takip edebilir ve
öğrenebilirsiniz… Bu şiirdeki bütün kelimeleri doğru telaffuz ettiğinizde de
CBCye spiker olabilirsiniz… Ben de çalışıyorum işte, bakarsınız bir gün
İngilizce yazıvermişim köşeyi J))
THE CHAOS
Dearest creature in creation,
Study English pronunciation.
I will teach you in my verse
Sounds like corpse, corps, horse, and worse.
I will keep you, Suzy, busy,
Make your head with heat grow dizzy.
Tear in eye, your dress will tear.
So shall I! Oh hear my prayer.
Just compare heart, beard, and heard,
Dies and diet, lord and word,
Sword and sward, retain and Britain.
(Mind the latter, how it's written.)
Now I surely will not plague you
With such words as plaque and ague.
But be careful how you speak:
Say break and steak, but bleak and streak;
Cloven, oven, how and low,
Script, receipt, show, poem, and toe.
Hear me say, devoid of trickery,
Daughter, laughter, and Terpsichore,
Typhoid, measles, topsails, aisles,
Exiles, similes, and reviles;
Scholar, vicar, and cigar,
Solar, mica, war and far;
One, anemone, Balmoral,
Kitchen, lichen, laundry, laurel;
Gertrude, German, wind and mind,
Scene, Melpomene, mankind.
Billet does not rhyme with ballet,
Bouquet, wallet, mallet, chalet.
Blood and flood are not like food,
Nor is mould like should and would.
Viscous, viscount, load and broad,
Toward, to forward, to reward.
And your pronunciation's OK
When you correctly say croquet,
Rounded, wounded, grieve and sieve,
Friend and fiend, alive and live.
Ivy, privy, famous; clamour
And enamour rhyme with hammer.
River, rival, tomb, bomb, comb,
Doll and roll and some and home.
Stranger does not rhyme with anger,
Neither does devour with clangour.
Souls but foul, haunt but aunt,
Font, front, wont, want, grand, and grant,
Shoes, goes, does. Now first say finger,
And then singer, ginger, linger,
Real, zeal, mauve, gauze, gouge and gauge,
Marriage, foliage, mirage, and age.
Query does not rhyme with very,
Nor does fury sound like bury.
Dost, lost, post and doth, cloth, loth.
Job, nob, bosom, transom, oath.
Though the differences seem little,
We say actual but victual.
Refer does not rhyme with deafer.
Foeffer does, and zephyr, heifer.
Mint, pint, senate and sedate;
Dull, bull, and George ate late.
Scenic, Arabic, Pacific,
Science, conscience, scientific.
Liberty, library, heave and heaven,
Rachel, ache, moustache, eleven.
We say hallowed, but allowed,
People, leopard, towed, but vowed.
Mark the differences, moreover,
Between mover, cover, clover;
Leeches, breeches, wise, precise,
Chalice, but police and lice;
Camel, constable, unstable,
Principle, disciple, label.
Petal, panel, and canal,
Wait, surprise, plait, promise, pal.
Worm and storm, chaise, chaos, chair,
Senator, spectator, mayor.
Tour, but our and succour, four.
Gas, alas, and Arkansas.
Sea, idea, Korea, area,
Psalm, Maria, but malaria.
Youth, south, southern, cleanse and clean.
Doctrine, turpentine, marine.
Compare alien with Italian,
Dandelion and battalion.
Sally with ally, yea, ye,
Eye, I, ay, aye, whey, and key.
Say aver, but ever, fever,
Neither, leisure, skein, deceiver.
Heron, granary, canary.
Crevice and device and aerie.
Face, but preface, not efface.
Phlegm, phlegmatic, ass, glass, bass.
Large, but target, gin, give, verging,
Ought, out, joust and scour, scourging.
Ear, but earn and wear and tear
Do not rhyme with here but ere.
Seven is right, but so is even,
Hyphen, roughen, nephew Stephen,
Monkey, donkey, Turk and jerk,
Ask, grasp, wasp, and cork and work.
Pronunciation -- think of Psyche!
Is a paling stout and spikey?
Won't it make you lose your wits,
Writing groats and saying grits?
It's a dark abyss or tunnel:
Strewn with stones, stowed, solace, gunwale,
Islington and Isle of Wight,
Housewife, verdict and indict.
Finally, which rhymes with enough --
Though, through, plough, or dough, or cough?
Hiccough has the sound of cup.
My advice is to give up!!!
Doğru telaffuz
için : http://www.youtube.com/watch?v=Gb0wo2D2heQ
Yazarı, gezgin ve öğretmen Gerard Nolst Trenité (1870–1946). O da sanırım benim gibi takılmış bu konuya ve bu “The Chaos”u yazmış 1920’ de. J))
Nur ol Gerard…
Aradan bu kadar yıl geçti… İngilizce hala aynı… Ama bu kaos senin şiirde kalmadı be Gerard, dünyayı sardı…
EED
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)